
Günümüzün hızlı dijital ortamında, sosyal medya günlük hayatımızın dokusuna karmaşık bir şekilde işlenmiş iki ucu keskin bir kılıç haline geldi. Bizi birbirine bağlama, deneyimlerimizi paylaşma ve topluluklar oluşturma gücüne sahip, ancak aynı zamanda güzellik ve öz değer algılarımızı çarpıtma potansiyeline de sahip.
“Mükemmel” bir güzelliğin var olduğu
fikri, genellikle çevrim içi gördüğümüz görüntülerle güçlendirilen ve sürdürülen bir sosyal yapıdır. Bu fenomen, özellikle iç ve dış benliğimiz arasındaki uyum söz konusu olduğunda, ruh sağlığımız üzerinde derin etkilere sahip olabilir. İçsel imajımız, inançlarımızı, değerlerimizi ve öz saygımızı kapsayan kendimizi nasıl algıladığımızı ifade eder. Tersine, dışsal imajımız, fiziksel görünümümüz ve sosyal kişiliğimiz dahil olmak üzere kendimizi dünyaya nasıl sunduğumuzdur. Bu iki görüntü uyum içinde olduğunda, bir özgünlük ve kendini kabul etme duygusu gelişir. Ancak, sosyal medya genellikle bu iki kimlik arasında bir uçurum yarat
ır. Instagram, TikTok ve Snapchat gibi platform
lar bizi ne yazık ki parlak, filtrelenmiş sürümlerle bo
mbardımana tutuyor.
GERÇEK HAYAT VS INSTAGRAM
Çaba harcanmasına rağmen çevredeki insanların hayatlarının daha başarılı gözükmesi kişinin kendini yetersiz olarak görmesine neden olur. Sosyal medya platformları özellikle de Instagram, bireylerin varoluşlarının idealize edilmiş bir versiyonunu sergiledikleri, yalnızca başarılarını değil aynı zamanda mutluluklarını da yanıltıcı olabilecek bir şekilde sergiledikleri sahneler haline geldi.
Özenle seçilmiş hayatlar izleyicilerde yetersizlik hissine yol açabilir. Örneğin, eşiyle yaşadığı mücadeleleri size anlatan arkadaşınızı ele alalım. Özel bir anda, kalbini açığa vurarak hayal kırıklığı, üzüntü ve kafa karışıklığı duygularını dile getirir. Yine aynı günün akşamının ilerleyen saatlerinde Instagram akışına göz attığınızda, onu parlak bir ışıkta gülen, romantik akşam yemeklerinin tadını çıkaran ve görünüşte mükemmel aile gezilerine katılan bir dizi dikkatlice oluşturulmuş görüntüyle karşılaşırsınız. Bu çarpıcı karşıtlık, giderek daha fazla kendini sunmanın hakim olduğu bir dijital çağda özgünlük ve kırılganlık hakkında sorunları gündeme getirir. Bu davranışın etkileri, salt aldatmanın ötesine uzanır.
“Gerçek hayat ve Instagram” olgusu, birçok kişinin çevrim içi olarak tasvir etmeyi seçtiği düzenlenmiş hayatlar ile bu tasvirlerin altında yatan genellikle karmaşık, çok yönlü gerçeklikler arasındaki çarpıcı ikiliği özetler. Bu yüzden ördek sendromu denmesi tam bu duruma uyar. Bu durum bireylerin yüzeyde sakin ve zarif görünürken, o sakin dış görünüşlerinin altında çevrelerinin taleplerine ayak uydurmak için çılgınca kürek çektikleri olguyu tanımlayan bir terimdir. Mecazi olarak, ayakları suyun altında çırpınırken suyun üzerinde pürüzsüzce kayan ve dinginlik yanılsamasını sürdürmek için yorulmadan çalışan bir ördeğe benzetilir. İnsanlar ideal olanla gerçek olan arasındaki farkı paylaşımlarında kontrol edebilirler. Diğer bir deyişle Instagram’da kullanılan filtreler, photoshop uygulamaları kişinin kendi görüntüsünü kontrol etme fırsatı verir. Bu sayede estetik açıdan en güzel fotoğraflarını sosyal medyada paylaşır ve gerçek olanı gizleyebilirler. Ancak buna ne kadar kontrol denilebilirse, çünkü daha çok kontrolsüz bir güce benziyor.
Artık bizi gerçekten benzersiz kılan şey, hikayelerimiz, hayallerimiz, yaralarımız ve zaferlerimiz giderek daha yüzeysel değer ölçütlerine bakan bir toplumda yeterince değer görmüyor. Bunun yerine, idealmiş gibi görünen özenle hazırlanmış görüntüler ve kişilikler, sahte hayatlar ve sahte ikonik figürler vurgulanmaya devam ediyor.
Ve tabii ki mükemmellik arayışı. Ancak unutmamalıyız ki mükemmel bir güzellik yoktur, sosyal medya vardır…
